Eş-Şeyh Şemsüddîn Habibullah (K.S)

Silsile-i Sâdât’ın yirmi yedinci halkası olan Mevlânâ Şemsüddîn Habîbullah (k.s.) Hazretleri, 11 Ramazân 1111 (M. 1700) veya 1113 tarihinde bir cuma günü doğdu. Asıl ismi Mirza (veya Mazhar-ı) Cân-ı Cânân’dır. Kendilerine Kâdiriye, Çeştiyye ve Sühreverdiye tarikatlarının icâzetini veren Şeyh Muhammed Abid Hazretleri, Şemsüddîn Habîbullah lâkabını vermiştir. Nesebi yirmi sekiz batın sonra Muhammed bin Hanefiyye Hazretleri vâsıtasıyla Hz. Ali’ye ulaşır. Dedeleri büyük devlet adamı olup ahlâk-ı hamîde, mürüvvet, adâlet ve şecâat sahibi, cömert ve dinlerine tam bağlı idiler. Babası Mirzâ Can Hazretleri, maddi makâm ve mevkileri bırakıp, fakirliği ve kanâati tercih etti; servetini de fakirlere ve miskinlere Allâh rızası için dağıttı. Hatta kızını evlendirmek için ayırmış olduğu yirmi beş bin rubye altının tamamını da sıkıntıda olduğunu işittiği bir dostuna hediye etti.

Mübârek Sözlerinden

Allâh’a ve Resûlüne ve Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) Allâh’tan getirdiği şeylere îmân ettim; Allâh ve Resûlünün sevdiğini ben de severim, onların buğz ettiğine ben de buğz ederim, demek icmâlî îmândır ve kişinin kurtuluşu için kâfidir.”

“Evliyâullaha tazimde bulunmak ve onları sevmek lazımdır. Bir kimsenin kendi şeyhini diğerlerinden daha faziletli kabul etmesi, şeyhine olan muhabbetindendir. Zira o kimse kendi şeyhinden mânevî fayda elde edip istifâde etmektedir.”

“Dostlarımdan birisi, ihlâs ile bir hediye getirirse onu kabul ederim. Fakat idarecilerin ve zenginlerin birçoğunun hediyelerini -diğer insanların haklarının karışmış olacağı şüphesi ile- kabul etmem. Hesap gününde böyle hediyelerin hesabını vermek zordur. Zira Sünen-ı Tirmizî’de geçen bir hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: ‘Âdemoğlu kıyâmet gününde beş şeyden suâl olunmadıkça yerinden ayrılmaz; ömrünü nerede harcadığından, gençliğini nerede geçirdiğinden, malını nereden kazandığından, nereye harcadığından, öğrendiği ilimle ne amel işlediğinden.”

Vefâtı ve Kabr-i Şerifleri

7 Muharrem 1195 (M. 1781) senesinde, çarşamba gecesi, üç kişi Mevlânâ Şemsüddîn Habîbullah Hazretlerinin kapısını çaldılar. Hizmetçisi kapıya bakıp kendisini ziyarete gelenlerin olduğunu haber verdi. İçeriye almasını söyledi. Huzuruna üç Mecûsî geldi. Mevlânâ Şemsüddîn Habîbullah Hazretleri yatağından kalktı ve onların yanlarına çıktı. Gelenlerden birisi, Mirzâ Cân-ı Cânân siz misiniz? diye sordu. Evet, benim, dedi. Yanındaki arkadaşları da, Evet, Mirzâ Cân-ı Cânân budur, deyince hançerini çıkarıp kalbine yakın bir yerinden yaraladı. İhtiyar olması ve zayıflığı sebebiyle ayakta duramayıp yere düştüler. Sabah namazı vakti Necef Han doktor gönderdi ve ‘Bu cinayeti işleyenin kim olduğu bilinmiyor. Bulunduğunda kısas yapılacak’ diye söylemesini emretti. Şemsüddîn Habîbullah Hazretleri gönderilen tabibi kabul etmedi. “Beni yaralayan kişi bulunursa ben ona hakkımı helâl ettim, siz de onu affedin.” buyurdular.

Aradan üç gün geçti, daha da zayıfladı, hatta sesi hiç duyulmaz oldu. Aşûrâ gününe denk gelen Cuma günü akşam vakti iki üç defa derin nefes aldıktan sonra mübarek ruhu ebedî âleme şehit olarak intikâl etti. “Âşe hamîden ve mâte şehîden” ibaresi ile “…ülâike meʻallezîne enʻamellâhü ʻaleyhim…” (Nisâ Sûresi, 69.) âyet-i kerîmesi vefâtına tarih düşüldü. Delhi’de defnolundu.